İçimizdeki çocuk doğada saklı!
Selam tüm okuyuculara, kalbi doğa için atan tüm güzel yüreklere…
***
Yazılarımı az çok takip edenler bilir, haftada bir kez eğer çok mühim bir işim yoksa doğa yürüyüşlerini ihmal etmem. Bu farklı bir tutku, hatta bağımlılık demeyeyim ama bağlılığım desem yerinde bir söz olur. Bazen en yakınlarınıza bile tuhaf gelir; “Yaaa ne gerek var dinlensene, üstelik bu kar kış tipide.” Bilmezler ki trekkingciler en çok karda yürümeyi sever. Çünkü daha kolaydır. Düşsen canın yanmaz, hele benim gibi düşmede sayısız tecrübesi olan biri için bu çok mühim…
Ayrıca havayı daha bir temiz solursun sanki. Haa şimdi, ‘ama soğuk değil mi’ diye düşünürsünüz. Eh tabii ona göre giyinmek gerek. Polar veya termal sweatler. Su itici ve içi yine traşlanmış polar kaplı pantolonlar, su çekmeyen, sıcak tutan özel tabanlı oldukça hafif trekking için tasarlanmış botlar ve hatta çorap, üstüne yine diz seviyesinde tozluk, elinde baton, hepsi bu…
Sayınca bana bile kalabalık gelen bu malzemeler eminim size daha da çok gelmiştir. Ama bunlar, devamlı trekking yapanlar için bir kez alınıp uzun süre kullanılacağından olması gerekenlerdir. Üstelik şunu da söylemek gerekir ki; yürümeye başladıktan birkaç yüz metre sonra vücut sıcaklığı kendi ısısının üstüne çıktığı için terlemeye bile başlar, montunuzu çıkarırsınız bile…
Yani üşümeyi dert etmeyin…
Bunun dışında en zor iş en önde yürüyen kişinindir. Çünkü o yürümekten öte bir de arkadakiler için yol açma görevini yerine getirir. Bizde bunu her zaman -sağ olsun- rehberimiz Vedat yapar. Bir de yürüyüşlerde yazın hep önde yürüyen ama kışın en arkada yürümeyi seven bazı arkadaşlarımız vardır ki söylediğim bu sırra bırakın vakıf olmayı, bu işin çoktan piri olmuş kişilerdir…
Evet, gelelim bu haftaki trekking maceramıza…
Sabah yine pürtelaş koşturma, aman geç kalmaya gelmez. Sonra toplanma yerimize gidiş. Birer çay, parkurla ilgili ön görüşmeler ve araçlara binip nihayet yola çıkış. Bana göre dünyanın en zevkli telaşı, dostlarla sevdiğin bir yola çıkmak. Hayat gibi yani, sevdiğin insanlarla ne de yaşanılası bir yer olur dünya… Aynen öyledir bu da…
Uludağ 20. kilometresinde araçtan indik ve Dolu Baba dediğimiz başlangıç noktamızdan yola çıktık. Önce soğuk geldiğinden giydiğimiz mont ve kar eldivenleri 300-400 metre sonra fazla gelmeye başladı. Ama çay molası vereceğimiz Yeşil Tarla Mevkiine kadar durmak istemediğimizden dayanabileceğimizi düşünerek devam ettik yola. İnanılmaz bir güzellikti. Pamuk tarlası gibiydi her yer. Bir gün öncesinden yağan karın yumuşaklığı kalplerimize yansımıştı sanki. Hepimizde bir gülümseme önceki günlerdeki telaşlarımızı, sıkıntılarımızı tüm olağan streslerimizi alıp götürmüştü.
Ne kadar da güzeldi, ne kadar da masum ve temizdi! Gözünün alabildiği kadar tertemiz…
Nereden geldiklerini anlamadığımız beş tane can da yolda bize katıldı. Çoban köpekleriydi, kimisinin boynunda dikenli boyunluğu bile vardı, tek sıra gidişimizde onlar da buldukları aralara girerek yol arkadaşı oldular bize… Belki de bizleri kendilerine ve doğaya misafir olarak gördüklerinden ötürüydü bize refakat etme nezaketleri….
4-5 kilometre sonra Yeşil Tarla’ya gelmiştik. Hemen montlar, eldivenler veya fazla olan ne varsa çıkardık üstümüzden, çantalara yerleştirdik. Termoslardan sıcak su, sonrasında birbirimize ikram ettiğimiz çay, kahve, Ayşe’nin kendi mamulü olan kurutulmuş hurma… Ama en güzel sürpriz grubumuzun maharetli eli, ona rakip olmayı çoktan bırakmak zorunda olduğumuz, Tarık beyin sıcak sürpriziydi; Paça çorbası…
Yok lütfen şaşırmayın… Çünkü biz şaşırmayı dağda bize kokoreç yaptığı zaman bıraktık.
Termosa doldurduğu çorbaları bardaklarla bize sunuşu, içimizi ısıtışı, harika lezzeti ve hakettiği methiyelerimiz…
Allahım nasıl da bir sevaba girdi anlatamam. Yorgunluktan eser kalmadığı gibi Uludağ’ı üç kez yürüyecek enerjiyi de vermişti bize…
Kısa molamız sohbetler, bolca gülüşmeler ve fotoğraf çekimlerinden sonra biterken biz çantalarımızı toparlayıp sırtlayarak tekrar yola çıktık. Tek sıra giderken arada kısmi olarak karın kapattığı ama daha sevimli bir hal alan derelerden geçmek ise ayrı bir zevkti. Üstelik ne hikmetse yazın düşmeden geçmem pek nasip olmayan bu dereler kışın daha hoşgörülüydü bana. Düşmedim ama o rehavetle çıkışta küçük bir düşüş yaşadım. Ama o kadar da olsun. Hatta o sırada rehberimiz Vedat uzaktan fotoğraflamaya çalışıyormuş;
-Yaa Çağla, tam fotoğraf çekerken düştün…
-Pardon da randevu alıp mı düştüm Vedat?
Sonradan resimlere bakarken haklı olduğunu da fark ettim. Evet düşüşümle fotoğrafın tüm ahengi gitmiş gibiydi… Eh ne yaparsın bu da yürüyüşlerin tuzu biberi…
10 kilometreye yakın yürüdükten sonra yemek molası için Kuru Çeşme’ye gelmiştik. Yine maharetli arkadaşımız hemen ateşi yaktı. Köfteler ızgaraya kondu bir taraftan da çay tabii ki… Kimin neyi varsa çantalardan çıktı. Mis gibi sohbetle keyifle yedik. Bu arada kış ayının vazgeçilmez kabak tatlısı ise benim ikramımdı. Sanırım beğenildi. Yani öyle söyledi bizimkiler.
Tempolu yürümüştük o yüzden vaktimiz vardı. Bu sebeple bir saate yakın küçük ateşimizin başında dinlendik. Sonra çöplerimizi toparlayıp ateşi söndürdükten sonra yola çıktık. Zaten 4-5 kilometre yolumuz kalmıştı. Rahattık ve karın keyfini çıkararak yürüyorduk.
Hadi bir türkü, bildiğimiz bir şeyler olsun… Neyse olmasa da olduğu kadar söyleriz yine de ve insan en çok keyifli olduğu zaman neşeli ezgiler söyler. Tıpkı bizim yaptığımız gibi…
Ve çam ağaçları da alkış tutuyordu sanki, altlarından geçtiğimizde karını üzerimize silkelerken… Belki o da neşelenmiş, tatlı şakalar yapmaktı amacı bize…
Aydede mevkiine yani parkur bitimine az kala Bursa manzarası muhteşemdi. Ama biz bir şeyi eksik yapmıştık sanki. Evet kartopu oynamamıştık. Burası ise tam yeriydi. İlk kartopunu atarken tüm arkadaşların içinde sabırsızlıkla bekleyen o masum çocuklar ortaya çıktı. Nasıl da bekliyorlarmış meğerse… Ipıslak olduk. Kimin umurunda. Çocuğa ‘dur’ diyebilir misin? Hele ki yetişkin kimliğin arkasında hep sobelenmeyi bekleyen o çocuğa… Özlediğimiz zamanları yaşayabilmek, hayalini kurmaya gerek kalmadan… Ve çocukluğun masumiyetini küçük sevinçlerinin büyük içten kahkahalarını atabilmek… Yapmacıksız, en doğalından…
Doğal kelimesinin ‘doğa’ kökünden gelmesinin sebebi budur bana göre… Ve doğayı sevmek, yürümek, havasını soluyabilmek, insanın içinde bir yerlerde aslında oraya ait olmanın verdiği huzur… Başka hiçbir yerde kolay kolay bulamayacağımız…