Mecburiyet, Mahrumiyet Dengesi
Işıltılı cümleler de kuruldu, yerin dibine de batırıldı. Neydi bir kuşak için onu bu kadar korkutucu, diğer kuşak için vazgeçilmez kılan? Bahsi geçecek konu teknoloji ve yarattığı araçlar. Bu konu onunla olmak ya da onsuz olamamak değil, uyumlanmak meselesi.
Ayağımıza aldığımız ayakkabı için değerlendirme kriterimiz bellidir. Ayak yapımıza uygun olsun ki rahat edelim, onunla yol almaktan mutluluk duyalım. İhtiyacımıza cevap versin, bizi tüm olumsuz dış etkenlerden korusun isteriz. Pekiyi ya teknolojik araçlara bakışımız nasıl? Kendileri ile ilişkimizi sağlıklı değerlendirebiliyor muyuz? Sevmek zorunda değiliz ama çağımız şartlarında üstünde düşünmeye mecburuz.
Teknolojik ürünleri amacına uygun kullanıyor muyuz? Çamaşır makinesi, mutfak robotu… Bu gibi teknolojik araçları kullanmakla ilgili bir sıkıntımız yok. Nihayetinde bir araçtır, bizim komutumuzla bize hizmet eder. Teknolojiyi toptancı bir zihniyetle telefona, bilgisayara, tablete… indirgedik. Teknoloji, üretime dayalı uygulamalı bir bilim dalıdır. Burada bir sorun görünmüyor. Sorun teknolojiye bakış açımızda. Sadece araçlar olarak görmek teknolojinin içini boşaltmak demek.
Bir bilim dalını yok saymak demek. Bilimin birikiminin üretimle birleşmesinden doğan araçların nasıl kullanılacağı kullanıcının tekelindedir. İyiye de kötüye de hizmet edebilir. Doğal kaynakları da katledebilir, doğaya hizmet de edebilir. Problem olarak ortaya çıkmamıştır ki kendisi problem karşısında ortaya çıkmıştır. İhtiyaç ve isteklerin tetiklediği kolay yaşama yollarını mümkün kılan insan düşüncesinin ürünlere dönüşmesidir teknoloji. Bizi şekillendiren değil, bizim şekillendirdiğimiz, amaç değil araç, zorluk değil kolaylık olsun diye tasarlanan teknoloji çıktıları mutlak bir güç değil; bizim seçimlerimizin, kararlarımızın aktığı bir kanal olarak değerlendirilmeye muhtaçtır. Dünyanın bilgisini taşıyan ancak doğruluğu, güvenliği tüm bilim dallarında olduğu gibi gerçeğin yolunda şüpheye, sorgulamaya, akıl yürütmeye, araştırmaya, mercek altına alınmaya ihtiyaç duyulması gereken bir mecra dijital dünya. Çocuklarımız buradaki bilgiyi süzebilir mi? Çocuk oyuncağı mı ellerinde, yoksa oyuncak mı oldular tekellerinde… Burada anne babalara, öğretmenlere çok iş düşüyor. Çocukların sağlıklı beslenmesi için miktar ve kalite ayarını gözetiyoruz. Zihinsel dünyasını ve oradaki oluşumların psikolojisine yansımasını ne derece önemsiyoruz? Bir Alman atasözü der ki; Güven iyidir, kontrol daha iyidir. Kontrolsüz güç de güç değildir. Sağlıksız yiyecekler zararlı katkılar içerdiği kadar teknolojik ürünler de tahrip edici, yıkıcı her türlü düşünce barındırabilir. Çözüm iyi bir teknoloji okur yazarı olmaktan geçiyor. Uyanık , bilinçli bir zihinsel yazılımımız varsa bunun diğer tüm teknolojik yazılımlara hükmetmesi mümkündür. Sunduğu tüm kolaylıklardan dolayı reddedeceğimiz bir olgu olmaktan çıktı dijital dünya. Yaşam biçimimizi değiştirmek zorunda olduğumuz bu salgın sürecinde mekanına konuk olduk. Pek çok alanda zamanımızın aktığı, pencerelerinden baktığımız, içeriğine odaklandığımız bir adresti. Eğitim alanında da can simidimiz oldu. Köprü oldu öğrencilerimizle bizi birbirimize bağlayan. Önce teslim olduk, sonra adapte olduk. Yıllardır çocuklarımızın elinde birer oyuncak olan araçlar nihayet amaca hizmet eder hale geldi. Böylece hepten geri kalmadık eğitimden öğretimden. Gerçeğimizi sanal yoldan, sanalı gerçekçi amaçlar için kullanmayı başardık.
Korkularımıza yenik düşmedik, aklımızla bakmayı çabaladık. Yaşamımızdaki boşluğu sanal müzeleri gezerek, tiyatro gösterilerini, konserleri kanallarından izleyerek kısmen de olsa doldurmaya çalıştık. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi; Ne içindeydik zamanın, ne de büsbütün dışında.Yekpare geniş bir anın, parçalanmaz akışında.
***
İnsan sosyal bir varlıktır, tabii ki normal yaşantımıza döndüğümüzde, birbirimizle değil, kendisiyle mesafeli bir ilişkimiz olacak. İnsan sıcaklığının yerini tutamaz, insanın anlam arayışına cevap veremez; Çünkü doğa değil, doğamız değil, gerçek değil gerçeğin temsili. Bu araçları dünya sanan çocuklarımızdan hem beslenecek, hem de besleyeceğiz gerçek dünyadaki insanla. Bizim şekillendirdiğimiz bu tasarım süreci ürünlerini, bizi kendimize ve çevremize yabancılaştırmayacağı bir dengede tutmaya çalışmalıyız. Sosyal medya ile sosyalleşemeyiz. Çocuklarımıza bazı oyunlar yoluyla şiddet, öfke, kızgınlık duyguları yaymasından kaygılıyız. Orada gördüklerini normal kabul etmelerinden korkuyoruz. Enerjimizi, zamanımızı emiyor. Dikkatimizi talep ediyor. Kontrolümüzü kaybediyor ele geçiriliyoruz. Ekranların ötesinde (şimdilik yavaş aksa da) gerçek bir dünya var. Hayallerimiz var. Yaratıcı ve zeki varlıklarız biz. Varlığını bizim düşüncemize borçlu dijital dünya. Yaşamı kolaylaştıran somutlaşmış her iyi fikir, biz insani değerlerimizi koruduğumuz ölçüde değerlendirmemiz altındadır. Bir tuşla çalıştırdığımız hatta tuşa bile gerek kalmadan girdilerimizi algılayan, açılan nice kapılar, musluklar, ışıklar… hayatımızda. Zamanımızın, enerjimizin bize kaldığı bu komutlar alemini büyütmeyelim ama küçük de görmeyelim. Tehlikelerinden uzak durmayı başarabilirsek; tehlikelerden uzak, zekamızla, tutkumuzla çalışacağımız yeni iş alanlarını önümüze serecektir. Örneğin madene mi inilecek; yerin metrelerce altına sen inme kardeşim, robotlar bugün için. Kanalizasyon sisteminde bir sorun mu var; tesbit ettik uzaktan, pisliğe bulaşma sen yerinde kal.
Uzak diyarlarda tam senin derdinin dermanı bir uzman var; hologram teknolojisiyle hastaneye geldi, rehberliğinde güvendesin ya da tarlanın başında bekleme nöbetçi gibi: Yaprağının, toprağının nemini ölçen tam zamanında yeterli miktarda suyu toprağa veren, bir komutuna bakan akıllı ürünler var. Teknoloji hız da olur, hızı da keser, yollar bunun örnekleriyle dolu. Salgının başladığı Wuhan’da da gördük. Bize bulaşmayacağından emin yüzlerce kilometre ötedeki virüsün yayılımını bir korku, gerilim filmi gibi izlerken Çin ne yaptı? Kaderin böylesine yazıklar olsun deyip her şeyi zamana mı bıraktı? Biz kıvranırken nasıl normale döndü? Ölen ölsün kalan sağlar bizim miydi felsefeleri? Hayır, tabii ki. Güçlü ülke demek; bilim demek, teknoloji demek. Teknolojinin hızı sayesinde hastalığın yayılım hızı kesildi. Nasıl mı oldu? Vücut ısısını algılayan kameralar yerleştirildi dört bir yana. İnsan karşılaşmalarının yoğunluğunu tesbit eden ve kontrol altında tutan ağlar kuruldu, mesafe ölçer akıllı ürünler yerleştirildi… Bunları yönetecek programları tüm yaşam alanlarına aktardılar. Tüm bunlar insana, bilgiye yatırım yapmış bir ülkenin zaferi. Kim ne derse desin çözüm, bilginin yükseleceği, yükselmekle kalmayıp giderek çok daha fazla somutlaşacağı dijital çağa entegrasyon meselesi. 21. Yüzyıl İçin 21 Ders kitabında yazar Harari, gelecekte en önemli becerilerin değişimle başa çıkma, yeni şeyler öğrenebilme ve alışılmışın dışındaki durumlarda akli dengeyi koruyabilme olduğunu söylüyor. Önemli olan dijital dünyanın nimetlerini etkin ve etkili kullanmayı başarmak. İnterneti tüketimle sınırlayan oradan rol model, idol çıkaran sığ bir duruşdan, görüşden çıkarıp tarım, sağlık, eğitim, kültür, sanat, ticaret… yaşamın tüm alanlarında kendimizi yeniden yapılandıracağımız, güncelleyeceğimiz, kendi en iyi versiyonumuza ulaşma gayreti, mücadelesi vereceğimiz bir alan yaratmalıyız.
Kişisel olarak bunu günlük hayatımızda nasıl yapabiliriz? Trafikte podcastler, sesli kitaplar sayesinde zamanımıza değer katabiliriz. İnternette ”verimlilik araçları” kısmından en çok indirilenlere bakıp işimizde, ilgi alanlarımızda gelişmeleri takip edebiliriz. Biz soluğumuzu tutarken dijital çağ soluğunu bir hayli üfledi salgında. Yaşamın anlamını teknolojik araçlarda bulayamayacağımız kesin.Ama onlara yönelik korkularımızı da keselim. Onlar bizim hizmetçimiz olsun, efendimiz değil. Biz geliştirdik, geliştiriyoruz, geliştireceğiz. Burada ki ihtiyacı görecek, derinliği algılayacak da biziz. Getirdiği kolaylıklar sayesinde yaşayacağımız zamanımızdan çalan değil; yaşamak için zaman yaratan bir dönüştürücüye çevirelim yönünü. İnsanın hayalleri varolduğu sürece, fikirleri yaratımlarına dönüştüğü sürece teknoloji var olacak. Kendisi ile ilişkimiz insanın, doğanın, evrenin bilincinde bir seyir izlemeli.
Cumhuriyetimizin kurucusu, Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarımında modern tekniklerin kullanılması, çevre üreticilerine örnek olunması amacıyla bilim, hizmet ve nitelikli materyal üretimi için kişisel mülkü olan Yalova’nın doğusundaki Millet Çiftliği’ni bu amaca uygun olarak düzenletmiştir. Çiftlik içinde, deniz kıyısında, ikameti için 1929 yılında bir çınarın yanında iki katlı mütevazi bir köşk yapılmıştır. Atatürk bir gün çiftliğe gittiğinde köşkün hemen yanındaki ulu çınar ağacının dallarını kesmeye çalışan bir bahçıvanla karşılaşır. Hemen bahçıvanı yanına çağırarak bunun nedenini sorar. Bahçıvan ağacın dallarının uzadığını ve binanın duvarlarına dayandığını söyler. Aldığı cevaptan tatmin olmayan Atatürk, düşünülmesi bile imkansız olan bir emir verir: ”Ağaç kesilmeyecek, bina kaydırılacak.” Bunun üzerine bina çevresindeki toprak büyük bir dikkatle kazılıp yapının temel seviyesine inilir. İstanbul’dan getirtilen tramvay rayları döşenir. Artık binanın raylar üzerinde kaydırılarak ağaçtan uzaklaştırılması aşamasına gelinmiştir. İşlem başarıyla gerçekleşir. Yürüyen köşk adını buradan alır.Teknolojiyi doğanın hizmetine alan, bilimin uygulamasını, araç üstünde gösteren sıradışı bir liderdir Atatürk. Eğitim işlerinde zafer kazanmanın iki özlü yolla olacağını vurgulamıştır:
- Sosyal hayatımızın gereklerine uygun olması.
- Yüzyılın gereklerine uyması (1922).
Türk insanının hiçbir kimseye hiçbir şeye uşaklık etmeyecek yüksek karakterini övmüştür. Övgünün altında ezilmemek boynumuzun borcu olsun. Aksi taktirde Alber Einstein’in kehaneti de mümkün: ”Korkarım ki bir gün teknoloji insan etkileşiminin önüne geçecek ve aptal bir nesil ortaya çıkacak.”
***
Sonuç olarak teknoloji, teknolojik araçlardan ibaret değildir. Araçlar yoluyla bilgiyi alır, depolar, kullanır, aktarımını sağlar, duygu aktarımını değil. Veri tabanını besler, duygularımızı değil. İnsanın yarattığı bu dijital dünya bataklığa dönüşmesin. Ne kullanamayacak kadar uzak, ne de uyuşacak kadar yakın olsun ilgimiz. Makinelerin evrimi, insanın evriminin altında ezilmesin. Ürettiklerimiz ile insanlığımızı tüketmeyelim. İnsan, zekasını iradesi altına alan, aşkla çalışan bir varlıktır. Dolayısıyla yaşam kalitesini yükseltecek, katma değeri yüksek ürünler üzerinde düşünmeye devam edecektir. Yeter ki kendine yol eylediği yapay kordonuna dolanmasın yaşam yolculuğunu hiçe sayarak.
Umutluyum;
Blaise Pascal’ın dediği gibi; görmek için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır.