Anadolu16.com

Oğlumun kokusu damarlarımda dursun!

09.05.2021
A+
A-

Selam tüm okuyuculara ve anne olan olmayan, olamayan, öz annesinden daha öz anne olan, hayatta olan veya olmayan tüm kadınlara ve değerlerini bilen tüm çocuklara, eşlere, erkeklere selam olsun…

Bugün anneler günü…

Hani herkesin yerini tutabilen ama kimsenin onların yerini tutamadığı o muhteşem insanların günü… Tıpkı Victor Hugo’nun dediği gibi, ”Kadınlar zayıftır; ama analar kuvvetlidir.” Kuvvetli olmak zorundadır ama bunu zorunluluk görmeyen, hatta severek bir insanın tüm sorumluluğunu belki de bir ömür almayı severek kabul eden tek varlıktır. Beklentisi ise yine çocuğunun iyiliği içindir… sadece o mutlu olsun… bu kadar… kaç kişi canını bir başkası için verebilir… bazen en yakınımız için bile iş ciddiyete gelince düşünürken; bir anne bırakın çocuğu için düşünme payını, kafasında tek soru oluşur: ”Acaba canımı verdikten sonra ona can olur mu” der korkarak, “ya olmassa” ve her annenin ağzına bile almaya korktuğu en büyük korkusudur “evladının ondan önce hayata veda etmesi…”

Yıllardır hiç unutamadığım ve her aklıma geldiğinde duygulandığım bir anımı paylaşmak istedim bu güne binaen…

Sanırım 10 yıl kadar olmuştur… Güzel, komşuluk ilişkilerinin gayet iyi yaşandığı bir apartmanda yaşıyorum o dönem. Ama vardır ya hani, bazı insanlar sizin için daha özeldir, daha bir yakın görürsünüz kendinize… Benim de karşı dairemde emekli olmuş öğretmen bir ablamız vardı. Nasıl iyi anlaşıyoruz ama anlatamam. Ne çok şeyi öğrenmişimdir ondan… Çok naif, kibar, yüzüne her daim oturan tatlı bir gülümseme ve derdinle kederlenen ama muhteşem motivasyonu olan, sevincine ise abartısız ama senin kadar mutlu olduğunu hissettiren harika bir insandı. Aslında sadece ben değil, apartmanca herkesin sevgiyle saygıyı harmanlandığı hisleri vardı ablamıza… Üç çocuğu vardı. Kızı evlenmiş torunları bile olmuştu. Onun küçüğü oğlu ise öğretmen olmuş, nişanlanmış yağız bir delikanlıydı. Ah bir de “tekne kazıntım” dediği küçük oğlu vardı. Çok sonradan olmuştu. Tanıştığımızda lise son sınıfa gittiği halde çocuk muamelesi yapardı annesi ona. Hani utanmasa yemeği o yedirecekti yani. Halbuki 1,90 boyunda, basketbol takımının gözde oyuncusuydu. Hatta ünlü bir meşrubat reklamında bile oynamıştı. Kızlar da peşinde pervane… Bazen takılırdım ”kapacak bu kızlar oğlunu ablacım” diye. ”Yapma Çağla, o çok küçük daha” derdi. O yıl gecesini gündüzüne kattı bizim delikanlı. Eh hatırı sayılır da bir puan alınca İTÜ’de güzel bir bölüme girmeye hak kazandı. ”Gözün aydın olsun ablacım” dedim. Ama annesi çok da memnun değildi. Çağlacığım yıllar sonra oldu benim oğlan. O arada ben henüz emekli olmadığım için daha 5 yaşındayken gözümün önünde olsun diye ilkokula başlattım. E bu da gayet güzel hakkından geldi. Hiç sınıf takmadan zamanında başarıyla liseyi bitirdi. Ama yaşıtlarından iki yaş küçük olarak. Ben bu yıl kazanmaz diye umut ediyordum, hani biraz daha büyür aklım kalmaz diye. O yüzden de içim çok rahat değil diye söyleniyordu. Ben de her defasında, “yapma abla sende, Aslan gibi çocuk” diye gülüp teselli veriyordum, anne hisleriyle yüreği daralmış bu kadına… Nihayet üniversiteye gitti ve tabi annesi de onunla… Yerleştirip geldiler eşiyle… Neyse ki iyi haberleri geldikçe biraz ferahlıyordu. Akrabaları da orada olduğu için gözkulak oluyorlar diye teselli buluyordu. Evet nihayet şubat tatili geldi çattı. Nasıl seviniyor ama… Sevdiği yemekler günler önce sıralandı, ilk gün şunu, ikinci gün şunu yaparım diye… Fakat oğlu iki gün orda yakınlarıyla kalıp üçüncü gün geleceğini söyleyince, ablamızın sabırsızlığı artık gözlerinden okunuyordu. Neyse ki, yarın artık gelecekti…

Sabah erkenden kapımın çalınmasıyla yataktan fırladım. Üst kat komşum;

-Çağla duydun mu?

-Neyi ?

-Ayşe ablanın oğlu dün akrabalarındayken kalp krizi geçirmiş.

Sadece gözlerine bakıyorum, ben konuşmuyorum sonraki gelecek iyi cümleyi bekliyorum…

-Eeee, dedim sonra…

-Vefat etmiş. Ama Ayşe abla henüz bilmiyor. Cenazeyi köylerine götürecekler. Ayşe ablayı da bir bahaneyle köye götürmüş eşi…

-Nasıl ya… Bu olamaz…

Dumura uğramıştım. İnanamamıştım… Ertesi gün biz de Ayşe ablamızın yanına gittik. Teselli edecek tek kelime yoktu. Sözün bittiği yer bu olsa gerekti. Tamamen şoktaydı. Beni görünce boynuma sarıldı. “Boyu çok uzundu ya tabut kısa gelmişti biliyor musun? Kızdım onlara ben de, ayakları buz gibi olmuş oğlumun dedim.”

Boğazımız düğüm düğümdü hepimizin, evet büyük bir travma yaşıyordu ve bu çok normaldi… Aradan aylar geçiyordu, Ayşe ablamız artık toparlamıştı kendini, kabullenmişti acısını. Hatta ummadığımız kadar iyiydi. Yine o naif insan, yüzünde ona yakışan ve hiç eksik olmayan gülümser bakışlar… Ama biz bunca aydır hiç baş başa kalamamıştık. Belki de kalmak istememiştik; ne ben, ne de o… Çünkü bizim konuşmalarımızın baş kahramanı hep maceraları bitmeyen annesinin heyecanla yaptıklarını anlattığı, Sertaç’tı… Şimdi ne konuşacaktık ki…

Bir akşam kapım çalındı. Ayşe ablaydı gelen. Onda kalan bir tabağımı getirmiş, içinde de yaptığı kurabiyelerle… Hadi bir kahve içelim dedik. Böyle durumlarda iki kişi yalnızsa çok zordur. Sözleri dünyaya yedi kez turlatırsın ama söz yine gideceği yerde mutlaka durur. Havadan sudan hatta yeni tarifler bile verdi bana… Sonra bir ara çocuklardan söz açılınca; ”Ah Sertaç da hiç sevmezdi kimyayı” dedi. Ve bir sürü şeyler anlattı bu konuyla alakalı. Sanki hiç ölmemişti… Aslında bu güçlü duruşu hem hayranlık uyandırırken, hem de biraz tuhaf geliyordu, üstelik bu kadar düşkünken ona… Bir an sessizlik oldu. Sonra sanki içimden geçenleri okur gibi; ”Geçen gün kitaplığı temizliyordum. Bir not düştü biliyor musun? Küçük bir kağıt parçasıydı. Aldım baktım ki oğlumun el yazısıyla yazılmış. Kimya formülleri sanırım, dedim ya çok sevmezdi diye… O yüzden hep böyle not alır ezberlemeye çalışırdı. Sonra nereye koysam diye düşündüm. Sandığa mı saklasam dedim yoksa daha mı emniyetli bir yere… Çok düşündüm ama o kadar emniyetli bir yer bulamadım. Üstelik onun eli değmişti, kokusu sinmişti. Sonra ne yapacağımı buldum. Kağıdı ağzıma aldım iyice eritene kadar çiğnedim ve yuttum… Evet çünkü düşündüm ki, böylelikle kanıma karışacaktı ve devamlı damarlarımda olacaktı… Ta ki ben ölene kadar… İkimizin de gözleri yaşarmıştı. O toparlandı dediğimiz annenin içindeki ateş nasıl da harlıyordu hâla meğer…

”Çocuğunu kaybeden bir anne için her gün ilk gündür; bu ıstırap ihtiyarlamaz” der Victor  Hugo… Ve hep ona kavuşmayı diler rüyalarında, hayallerinde en çok da  belki ebediyen…

Dini, dili, ırkı, mezhebi, inançları, ten rengi ne olursa olsun dünyadaki tek ortak dil anneliğin lisanıdır… Aynı yürek acısıyla ağlayan ve evladının mutluluğuyla gülen tek ortak dil…

Anne ölünce çocuk 

Bahçenin en yalnız köşesinde 

Elinde bir siyah çubuk 

Ağzında küçük bir leke 

Çocuk öldü mü güneş 

Simsiyah görünür gözüne 

Elinde bir ip nereye 

Bilmez bağlayacağını anne 

Kaçar herkesten 

Durmaz bir yerde 

Anne ölünce çocuk 

Çocuk ölünce anne…

(Sezai Karakoç)

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.