ONBEŞLİLER…
Selam tüm okuyuculara ve 18 Mart ruhunu yüreğinden eksik etmeyenlere…
***
Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı ordusunda insan kaybı öyle bir noktaya varmıştı ki; Harbiye Nezareti, harp bütün hızıyla sürerken, askerleri birkaç günlüğüne de olsa, memleket iznine göndermeye gayret etmişti.
Çünkü harpte gün geçtikçe daha da artan kayıplar, nüfusun tükenmekte olduğu korkusunu doğurmuş ve savaşan askerler memleketlerine nüfusu çoğaltmak amacıyla gönderilmişlerdi.
Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletleri’nin Nisan 1915’ten itibaren kara çıkarmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç hâsıl olunca Sultan V. Mehmed Reşad, 14 Mayıs 1331’de (27 Mayıs 1915) bir irade (emir) yayınlayarak, Askeri Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapmak ve lise talebelerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştı.
Sultan Reşad, yayınladığı iradede, “kâtib-i sultaniye 10. sınıfa devam edenlere dair” başlıklı fıkrada geçici bir düzenleme yapma yoluna gitmişti. Bu düzenlemeye göre, “geçici kanunun 42 maddesine muayene sonucunda sultani mekteplerinin onuncu sınıflarında bulunanlar da sözü edilen hizmet hakkına nail olacaklardır” denmiştir.
Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayınlayarak, 18 yaşındakilerin henüz askerlik hizmetine çağrılmamışları ile bedenleri gelişmiş, harbe elverişli ve silah kullanmaya kabiliyetli olanlarından 15 ila 19 yaş arasındaki müsait bulunanların da kıtalara teslim olmalarını istemişti.
Bu çağrı üzerine, Balıkesir, Bursa, Kütahya, Manisa, Adapazarı, İzmir, Aydın, Muğla ve Konya’nın, tahsillerinin ve hayatlarının henüz başındaki bu yeni yetme gençleri, vatanın kendilerinden beklediği yüce vazifeyi hakkıyla ifa etmek azim ve inancıyla silâhaltına koşmuşlardı…
Gelibolu düşmek üzereydi…
Kınalı Ali’nin komutanı düşünceli ve üzgündü… Kendi bölüğü henüz sıcak bir temasa hazır değildi. Bu vatan erlerini, bu henüz çocuk sayılacak bedenleri, insanların süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye göndermek zorunda kalmamak için Allah’a dua ediyordu… Çünkü bunlar bizim “onbeşliler” dediğimiz en genç askerlerimizdi.
Komutanlarını sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları, komutanlarının yanına gidip, onları cepheye göndermelerini isterler. Askerlerinin ısrarları üzerine, onları ölüme gönderdiğini bile bile daha fazla direnemez ve kabul etmek zorunda kalır.
Kınalı Ali ve arkadaşları sevinç çığlıkları atarak, öleceklerini bilerek cepheye gidiyorlardı…
O gün güle oynaya ölümle buluşmak için gittikleri Gelibolu cephesinde Kınalı Ali’nin bölüğünden tek bir kişi bile geri dönmedi. Gidenlerin hepsi şehit olmuştu.
Evet yıllardır dilimize dolanan Tokat türküsünü biz hep oyun havası olarak bilsek de, Rumi takvime göre 1315 doğumlu olan ve Çanakkale cephesine gidip geri dönemeyen onbeşlilerin; Kınalı Ali’nin, tüm abilerini savaşta kaybedip evin tek erkeği kalan 15 yaşındaki yoksul Ahmet’in ve daha çiçeği burnunda evli 18 yaşında ölen Halillerin hazin hikayesini anlatan bir ağıttır aslında…
“Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı
Aslan yârim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi on yediye
Gidiyom gidemiyom
Az doldur içemiyom
Sevdiğim pek gönüllü, koyup da gidemiyom.”
Mustafa Kemal’in “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.” sözüyle gözünü kırpmadan düşmanın üzerine yürüyen 57’nci Alay ve diğer birliklerin katıldığı taarruzla ilgili İngiliz subay General Hamilton’ın “Gebe dağlar Türk doğurmaya devam ediyor.” sözü de o yıllarda Türk askerinin ortaya koyduğu mücadeleyi akıllara kazımıştır.
7’den 70’e vatan sevgisi ve bağımsızlık mücadelesi veren Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Arnavutuyla ve daha nice vatan evlatlarıyla tek yürek olmuş ve kazanılmış en büyük zaferlerimizden Çanakkale zaferini yürekten kutluyor ve bizi birbirimizden hiç bir gücün ayıramayacağının en büyük delili olan ‘Çanakkale Şehitliği’nde yatan şehitlerimizi, rahmet saygı ve minnetle anıyoruz.
Vurulup, tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna ya rab ne güneşler batıyor.
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.
(M.Akif Ersoy)