Ülkeler meyve ağaçlarına benzer
İdeal Ağaç ve Meyve Ağacının Piçleri:
İnsanlar, avcı toplayıcılıktan tarım toplumuna geçip zaman içinde toprağı, hayvanı ve bitkiyi tanıdıkça, onların yaşamını kendi beklentileri doğrultusunda etkilemeye başladı. Önce doğanın öğrettikleriyle, sonra kendi usundan kaynaklı düşünceleriyle bilgilendi. Tohumla çoğalan meyve ağaçlarının zamanla yozlaştıklarını fark edince de onları aşılayıp kültüre almayı öğrendi.
Her aşıda, insan beslenmesine ve damak zevkine en iyi hitap eden meyve çeşidi arandı. Botanik akrabalığı olan iki bitki parçasının bir bitkiymiş gibi kaynaşacak ve büyümelerine devam edecek şekilde birleştirilmesi tekniğine dayanan bu işlem meyvecilikte bir devrimdi.
İdeal ağaç mümkün mertebe üç dal üzerinde şekillendirilir ki hem rüzgar gibi doğa hareketlerinin etkisine karşı dengesini koruyabilsin, hem de uzun sürmesi beklenen ömründe huzur içinde dal budak salıp güçlü yapısıyla ayakta kalabilsin. Bu dalların üzerinde de belli aralıklarla, dalları güneşin kavurucu sıcaklığından ve dondurucu soğuklardan koruyan filizcikler oluşur. Tıpkı demokratik ülkelerdeki güçler ayrılığını oluşturan yasama, yürütme, yargı kurumları ile toplumsal aydınlığı ve karanlığı önceden hissederek topluma gerekli uyarıları zamanında yapan basın ve sivil toplum örgütlerinde olduğu gibi.
İster dalda ister gövdede yapılmış olsun, aşı noktası birbirine tezat, birbirine rakip iki hayatı birbirinden ayırır. Aşı noktasından itibaren ki morfolojik varoluş, bitkinin yeni hayatıdır. Aşı noktasının altında kalan kısımsa halkımızın dediği kadar delidir, yabanidir ve üzerinde her an filiz vermeye hazır gizli gözler vardır. Bu gözlerin çıkardığı filizlere ve dallara da piç denir. Bu yabani kısım, fiziksel bakımdan tabiat koşullarına karşı dayanıklı olsa da doğası gereği ondan zuhur edecek dallarda değişmeye ve yozlaşmaya yatkın meyveler vermesi kaçınılmazdır.
Bundan dolayı aşıyı yapan irade, bu kısım üzerinde bulunan gizli gözlerin filiz vermesine hiçbir surette izin vermez. Çünkü bu piçler, kendine yeni bir hayat seçen meyve ağacı için bir beka sorunudurlar. Beslenmesine ortak olur, ona musallat olacak hastalık ve zararlılara konukçuluk yapar ve zaman içinde güçsüz bıraktıkları ağacın kurumasına sebep olurlar.
İdeal Devlet ve Türkiye’nin Parazitleri:
Ülkeler de meyve ağaçları gibidir; ideal devlet insanlık kültürüne alınmış toplumların örgütlü halidir. Türkiye Cumhuriyeti dünyada buna verilebilecek en iyi örnektir. Yozlaşarak yıkılmış onca cihan devletinin ve imparatorluğunun bakiyesidir. Kökleri çok eskilere dayanan bir devlet geleneğine aşılanan ve yaptığı devrimle çağcıl uygarlık düzeyine yelken açmış bir kültürel organizmadır. Tepeden tırnağa bir faziletler manzumesidir.
Ancak bugüne baktığımızda, akla ve bilime dayalı bu erdemli müktesebatın, tarihteki ihanet odaklarından filizlenen tarikat, cemaat, mafya, siyaset, bürokrat işbirliğinin zehirleyici ve yıkıcı tehlikesine yeniden ve daha ciddi anlamda maruz kaldığını görüyoruz.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk, bin beş yüz yıllık Hıristiyan mabedi Ayasofya’ya, resmiyette cami statüsü kazandırmış, bir ünitesini de ibadete açık tutmuştu. Ancak uluslararası alanda Türkiye’ye saygınlık kazandırmak amacıyla onu insanlığın ortak mirası bir müze olarak da dünyanın ziyaretine açmıştı.
Malum, herkesin kendi inancını aşağılık din tacirlerinden değil de bilimsel müfredat kapsamında eğitim almış namuslu teologlardan dinini öğrensin ve onu özgürce yaşasın diye de Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştu.
Ama o Diyanetin bugünkü mensuplarının birer Bela’m Bin Baura münafığına dönüştüklerine, kendilerine emanet edilen dini tarikatlara ve cemaatlere havale ettiklerine, vatanı, Ayasofya’yı, dini düşman işgalinden kurtarmış Atatürk’e de kafir diyerek lanet okuduklarına şahit oluyoruz.
Osmanlının son mareşali ve genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak, “Cemaat ve tarikatlar, Haçlıların Anadolu’da kurdukları ileri karakollardır”, Atatürk de “Efendiler, biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil bilakis bu tip yapılar, din ve devlet düşmanı olduğu, Selçuklu ve Osmanlıyı bu yüzden batırdığı için yasakladık. Çok değil yüz yıla kalmadan eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz ki bazı kişiler bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin düşman olduğunu ileri sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirine düşeceklerdir. Ayrıca unutmayın ki o gün geldiğinde her bir taraf diğerini dinsizlikle suçlamaktan geri kalmayacaktır” demişlerdi.
Bir de bu tarikatların yüz yıl önceki ağa babalarından amiral Sir Hugh Francis Sinclair’e kulak verelim: “Kemal şimdilik savaşı kazandı, kanla çömez bir cumhuriyet kurdu. Biz bunu din ile yıkacağız. İki yıl dahi yaşamaz. Bu konuda cumhuriyet karşıtı tarikatlar doğal müttefiklerimizdir. Bu güçlerin bir an önce harekete geçirilmesi Musul konusunda hayatidir. Derhal cumhuriyetin bolşevizm, bolşevizmin de dinsizlik olduğu temasını ivedilikle İslam dünyasında işlemeliyiz.” Şimdi daha iyi anladık mı, tarikatların din adına yaptıkları bezirganlığın, düşmanla işbirliği yaparak cumhuriyeti yıkmak olduğunu?
Mümin Kim, Münafık Kim?
Bir yanda Atatürk ve Fevzi Çakmak, diğer yanda Ali Erbaş, Mustafa Demirkan ve İngiliz muhipleri. Hadi bakalım; kim mümin, kim münafık, ona da siz karar verin!
İşte tam da kurtarıcılarımızın işaret ettikleri o günü yaşıyoruz. Tarikatlar ve cemaatler, meşru olsun olmasın, içeride ve dışarıda ülkemize karşı kötülük yapabilecek herkesle işbirliği yapmış durumdalar. Hep birlikte ülkemizi demokratik, laik ve hukuk devleti olmaktan, kendine yeten, kendini yönetebilen milletimizi de medeni dünyanın saygın bir üyesi olmaktan çıkardılar. Sirayet ettikleri toplumumuzu, yaşam tarzımızla birlikte yozlaştırdılar. Kamu kurumlarımıza devlet, insanlarımıza da millet olduklarını unutturdular.
Bu yozlaşmadan yararlanarak iktidara gelenler ise ele geçirdikleri devletin gücü ile vergilerimizi buharlaştırıyor, topraklarımızı, ormanlarımızı, madenlerimizi ve taşınır taşınmaz bütün ekonomik varlıklarımızı talan ediyor. Yurttaşlarımız, toplumumuz ve devletimiz çürüyor. Bu çürümüşlüğün kokusu dünyayı sarsa da bütün dünya ülkemizden ve milletimizden yüz çeviriyorken utancından, buna sebep olanlar rezil dahi olmuyor nedense.
Muhalefet Ne Kadar Samimi?
Bu konjonktürde kaçınılmaz olan, bir an önce ülkeyi esenliğe kavuşturacak güvenilir ve güçlü bir muhalefetin oluşması değil midir? Yirmi yıllık AKP iktidarı karşısında kurtuluşun çözümünü hazırladığı plan ve programlarla, belirlediği stratejilerle ve kolay anlaşılır yöntemlerle halka anlatabilen bir muhalefet neden çıkmaz? On bir büyükşehir belediyesinin el değiştirmesi acaba ana muhalefetin başarısının mı yoksa halkın sağduyusunun zorlamasının bir sonucu mudur? Muhalefetin sesinin, iktidarın yanında bir sivrisinek vızıltısı kadar ağırlığının olmayışı, halka da yeterli umudu veremeyişi nedendir acaba? Memleketin pürmelâlini iliklerinde hisseden bunca yetişmiş nitelikli insan varken, kamuoyunun, beklentilerini bunların açıklamalarında değil de beraber yol yürürken çıkar çatışmasına girdiği iktidarın ipini pazara çıkaran bir mafya babasının dediklerinde aramasını kim, nasıl izah edecek?
Ne yazık ki muhalefetin iktidarı muhatap alma şekli, iktidara, mağduriyet ayaklarına yatma ve hiç hak etmediği halde meşru zeminde kalma fırsatı vermiştir hep. Belki de bundan ötürü yirmi yıldır adım adım memleketi bitiren AKP’ye karşı halk kitleleri uyandırılamıyor, onlara güven verilemiyor.
Muhalefet, halkın gözünde “Tamam bu iş oldu” denilecek kadar iktidara alternatif olamıyor. Halktaki muhalefete olan güvensizliğin nedeni, “Tarikatların muhalefet partilerine de sızmış olabileceğinden” şüphe duyması olamaz mı? Çünkü bin yıllık bir sürek olan bu paraziter yapıların her yere girip de iktidar namzedi partilerde olmayışı, hayatın doğal akışına aykırıdır.
Türklerin, Çin hanlığının etkisinde hanlıklar, İran şahlığı etkisinde şahlıklar, Arap sultanlığı etkisinde de sultanlıklar kurması kendi lehine değil aleyhine olmuş, budunu kendi özünden, kültüründen uzaklaştırmıştır. Bu yetmemiş gibi 12 Eylül darbesini yapan Amerikan çocuklarının resmi devlet politikası yaptığı Türk-İslam Sentezi ise Türkiye’yi Ortadoğu gibi etnik ve dinci terör örgütlerinin yetiştirildiği bir bataklığa dönüştürmüştür. Bu amelde de tarikatlar ve cemaatler araç olarak kullanılmıştır.
Dolayısıyla bu süreçte ve bundan sonra tarikat ve cemaatlerle iş tutan değil, Türk devlet geleneğinin temel harcı Bilge Bumin Kağan’ın kurduğu tarihi Göktürk devletinin töresi ile Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu çağcıl Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin demokratik ve evrensel hukuk sistemini kendisine ilke edinen siyasi partilere ihtiyaç bulunmaktadır.
Tarikat ve cemaat mensuplarının; ümmete peygamber, yurttaşa babacan devlet adamı, hastaya şifacı, muhtaca hayırsever, öksüze anne, yetime baba, gençlere abi-abla, emekçiye Marksist-Leninist, Türk milliyetçisine Pan Türkist, Kürt milliyetçisine kulağa hoş gelen bir sıfat olan halkların kardeşi, cumhuriyetçilere Atatürk’ün askerleri donunda göründüklerine yakın zamanda şahit olduk. Hırsızın, namussuzun, uğursuzun, yalancının, talancının yoldaşı; cellâdın, fırsatçının, fesatçının, hainin, zalimin pirleri olduğunu da anladık.
Biz daha yeni öğrenmiş olsak da cumhuriyeti kuran kadrolar bunların bin yıllık geçmişlerini bildiklerinden dolayı “Tekke ve Zaviyeler Kanunu”nu çıkardı.
Dolayısıyla halk denen bu uyuyan devin, arada bir ellerini parmaklarını hareket ettirse de neden bir türlü uyanıp ayağa kalkmaması, geleceğimiz açısından tabi ki endişe vericidir. Kendisiyle devleti paylaşmadığı için iktidarla ortaklığını bozmuş, sonra dönüp ortağına ve halka karşı silah kullanmış FETÖ ve benzeri tarikatların siyasi ayağının sadece AKP’de aranıyor olması tek başına yeterli değildir. Zira AKP’deyken yapabildiklerini, alabildiklerini başka partilerdeyken de yapmanın ve almanın bir yolunu bulabilecek özgünlüktedirler bu tarikatlar.
Her şeye rağmen, şairin demesine benzer; kalem yazmaz bir nice sevdalı olmak var bu memlekete ve bu toprağın insanına. Ne mahzun ne garip kalmak, ne de yıkılmak var elbet. Suyun şu Anadolu bilgeliğinde akıp yatağını bulması gibi, Türk budunlarının da bugünden tezi yok, özüne dönmesi gerek elbet.
Atatürk’ün deyimiyle de, “Toroslarda, bir Yörük obasında, cılız da olsa bir ocak tütüyorsa eğer Türk milleti yaşıyor, yaşayacak demektir.” Bu topraklarda, taşlanmaktan yara bere içinde kalmış bir meyve ağacının bir yanında ha patladı ha patlayacak bir gözde, bir yaşam belirtisi varsa eğer, hiç kuşkunuz olmasın; Gün gelecek yeniden o meyve ağacından bal damlayan yemişler toplanacaktır elbet.