Yeraltından Sesler (1)
Önce bir uğultu duydu. Sonra sarsıntıları, hışırtıları, çatlamaları… Derken kıyamet koptu! Kıyamet, çocukluğunda gördüğü o dağın yamacındaki içi zifiri karanlık mağaraya attığı taş gibi sekerek, mağarayla birlikte yerin dibine doğru yuvarlanıyormuş gibi geldi kendisine.
Şiddetli bir üşüme ve acılar eşliğinde kendine geldi. Gayri ihtiyari üstüne yorganı çekmek istedi. Ne mümkün! Başını kaldırdı, acılarına “off” dedirten yeni bir acı eklendi. Dizlerini kendine doğru çekti; oldu. Hissettiği hafif rahatlık, şarampole yuvarlanan bir aracın son taklasında tekerlekleri üstünde durmasını hatırlattı kendisine. Ellerini hareket ettirebiliyordu. Her iki elini de yeni doğmuş bir bebeğin içgüdüsüyle ağzına götürdü. Kötü bir toz kokusunun genzini yaktığını fark etti. Oysa kendisine kalsa, bunun, yağmurlu bir gündeki toprak kokusu olmasını isterdi.
Kestirmeye çalıştı fakat nerede olduğunu ele verecek gözle görünür hiçbir şey yoktu. Yoksa görmüyor muydu? Olur mu öyle şey! Kör parmağım gözüne diyecek hali yoktu tabi ama elinde tuttuğu bastonun ucuyla hayatını idame eden apartman komşusunun ruhu incinmesin diye de hemen bu düşünceden vazgeçti. Kollarının uzanabildiği yerlere elleriyle, parmak uçlarıyla dokundu. Parmaklarının, ellerinin girebildiği delikler, boşluklar vardı fakat dokunduğu nesnelerin hiçbirine bir anlam veremiyordu. Biri hariç; ölümün yüzü kadar soğuk buz gibi beton!
Sonuçta sorgu ve ceza hâkimliği yapmıştı. Bu ileri yaşında hala açık olan belleği ile anda topladığı olguları değerlendirdiğinde, o onulmaz sonuca ulaştı: Antakya’nın işlek bir caddesi üstünde, beş katlı eski bir apartmanın ikinci katında tek başına yaşayan doksan üç yaşındaki emekli bir ağır ceza reisinin, gecenin hangi saatinde meydana geldiğini bilmediği depremin enkazı altında olduğu sonucuna!
Hayatı Türk Medeni ve Ceza Kanununun bir sürü maddesi ile bendi arasında geçmişti. İlk defa bir doğa kanunu karşısında taraf oluyordu. Onunla didişip madara olmaktansa ona teslim olmanın bir erdem olduğunu, gençliğinde okuduğu “Doğanın Kanunu” adlı öyküden biliyordu. Kuzey kutbunda yaşasaydı, aynı akıbetle çoktan karşılaşacaktı. Bu soğuk beton blokların, ailesi kendisini terk edip gözden yittikten sonra karların üstündeki kanını dahi silip süpürecek ıslak ağızları, güçlü çeneleriyle vahşi kutup hayvanlarından ne farkı var ki?
‘Yirmi yıl önce hayat arkadaşı bu dünyadan göçmüş, tek kızı ise başka bir ilde torun torbaya karışmıştı. Kızı, damadı, iki torunu ve dostlarıyla birlikte arada bir Antakya kırsalındaki defne ve zeytin ağaçlarıyla çevrili küçük bağ evinde buluşuyorlardı. İsmiyle hitap eden veya “Hâkimim”, “Reisim” diyen yakın arkadaşı hemen hiç kalmamıştı. Antakya’da genç yaşlı, kadın erkek onu tanıyan herkesin kendisine büyük bir sevgisi, saygısı vardı. Elindeki poşetle onu yüz metre mesafeden gören her kim olursa, koşar adım gidip elindeki poşeti alır, evinin kapısına kadar kendisine yoldaşlık ederdi. O da maddi manevi kendisine yapılan hiçbir yardımı karşılıksız bırakmazdı.’ Bu aniden aklına gelen düşüncelerden ayrılınca, yorgun, güçsüz ve acılı bedenini yan çevirmeye davrandı ama boşuna, zayıflamış kaburgaları sert ve pütürlü zemin üstünde buna izin vermedi.
Ölüme yatan bir kral aslanın geçmişten beri taşıdığı görkem ve metanetin kalıcı ifadesi vardı yüzünde. Derin bir nefes aldı. “Ölüm hoş geldi, safa geldi” deyip kendine olan yoğunlaşmayı üstünden atınca, epeydir duyduğu seslerin kulaklarının çınlaması değil etrafındaki yaşam belirtileri olduğunu anladı. Kulak kesildi. Yargıçken görev gereği veya tatillerde kaldığı Başkent’te ya da İstanbul’da severek gittiği operalardan, bilinçaltında kalmış birçok kadın ve erkek ses tonundan feryatların yükseldiği, inlediği düşüncesine vardı. Birden, ölüme direnircesine; “Dayan yürek” dedi kendi kendine.
Bir an hayatının hatırlayabildiği kısmının seyrine daldı. Hayattaki tek önemli eksiğinin ne olabileceğini görmekti amacı. Bütün dikkatiyle seyretti; hiçbir pişmanlığı yoktu lakin eksik bıraktığı bir şey vardı ki ne kadar önemli olduğunu muhtemelen bu depremin çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkarmış olabileceğinin kanısına vardı; “Cehalete karşı verilen savaşta payına düşeni yeterince yapmaması!” Zira Cumhuriyet en büyük faziletti, fikri demokrasiydi, hedefi de muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmaktı. Kendisi de bu Cumhuriyetin bir yargıcı ve yurttaşı olduğuna göre, bu depremde kırk asırlık komşularıyla birlikte enkazın altında ölüme terk edilmişse eğer, demek ki Cumhuriyetin içinin, bu ölçüde boş kalmasında herkes kadar kendisinin de payı vardı.
Tekrar geçmişe döndü: Bir fırsat daha verilseydi de kendisine, çıksaydı Habib-i Neccar Tepesinden seslenseydi bütün Hatay’a. “Evlerimizi başımıza yıkıp bizi enkaz altında bırakan olgu, deprem değil cehalettir” diyebilseydi. Yetmez; Karlıova’dayken bütün Doğu Anadolu’nun steplerine, Mardin’deyken Altın Hilalin bütün gövdesine, Boğazlıyan’dayken bütün Anadolu bozkırına, yeşil Karadeniz’e, Akdeniz’e, Çanakkale’deyken bütün Ege’ye, Trakya’ya seslenerek; bütün kötülüklerin, çaresizliklerin kaynağının cehalet olduğunu haykırabilseydi. Ankara’da yüksek yargıçken girseydi Milli Eğitim Bakanlığından içeri, laik ve demokratik Cumhuriyet karşıtı ne kadar börtü böcek varsa atsaydı dışarı. Aklın ve bilimin yol göstericiliğinde bir eğitim sistemi oluşana kadar nöbet tutsaydı kapısında. Adalet Bakanlığına geçip, üstünlerin hukuku yerine hukukun üstünlüğü hayata geçirilene kadar diretseydi.
Yıkıntıların altından gelen feryatların tonu zaman geçtikçe düştü. İniltiler kesildi. Bunca zaman oldu bir yağmur damlası, bir kar tanesi yüzüne değmediğine, vurulan bir kazmanın, küreyen bir küreğin ve çığıran bir insanın sesi duyulmadığına göre demek ki yerüstünde kendisini kurtarmak için gelen de yok. Öyleyse ölüm kendisi için de an meselesiydi.
Bu daracık üçgenden sağ kurtulamayacağı inancı mutlak hâkim oldu kendisine. Ancak içinden geçirip de geride kalanlara iletemeyeceği bu ülke gerçeğinin, halkı tarafından düşünülüp uygulanması, hayattaki son dileğiydi.
- Önder Gümüş/3 Mart 2023